8bproje
  II.DÜNYA SAVAŞI SONRASI DIŞ POLİTİKA
 
HOŞ GELDİNİZ
Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlayan II. Dünya savaşı başta olmak üzere yaşanan dış politik gelişmeler stratejik açıdan önemli bir konumda bulunan Türkiye’yi kaçınılmaz olarak etkilemiştir.
Atatürk’ten sonraki yöneticiler II. Dünya savaşı, Kore Savaşı, NATO’ya üyelik, Kıbrıs Sorunu, ABD ile olan ilişkiler, AB’ye üyelik, Sovyet Rusya ile ilişkiler gibi çetin konularla uğraşmak zorunda kalmışlardır.
ATATÜRK SONRASI TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
Türkiye’nin Lozan’dan arta kalan sorunlarını hallettiği 1930 yılından itibaren dünya bir buhranlar devresine giriyor ve özellikle Avrupa’da patlak veren buhranlar Türkiye’yi de etkisi altına alıyordu. Bu sebeple iki savaş arası dönem, dünyada bir barış devresi olmaktan ziyade, yeni bir dünya savaşının tohumlarının atıldığı bir dönem olmuştur.
Dünyada 1925-1929 arasındaki nispi yumuşama döneminin dışında özellikle 1929-30 dünya ekonomik bunalımından sonra uluslararası gerginlik hızla artmış
,
I. Dünya Savaşının getirdiği statükoyu korumak isteyen anti-revizyonist devletler ile bu yapıyı değiştirmek isteyen revizyonist devletler arasında gittikçe keskinleşen bir kutuplaşma doğmuştur.
Avrupa ve dünyanın kısa sürede bunalımlar dönemine girdiği yıllarda, Türkiye revizyonist Avrupa devletleri gibi, bu buhranları kendi çıkarları için kullanma yoluna gitmemiştir.
Aksine kolektif barış ve güvenliğin hararetli bir savunucusu olarak anti-revizyonist bir politika takip etmiştir.
Bu dönemde Türkiye, bütün devletlerle olan ilişkilerini devam ettirmekle beraber, kendi güvenliğini ön planda tutarak öncelikle bölgesel ittifaklara yönelmiş, (Balkan ve Sadabat Paktı) ancak Avrupa’daki hızlı askeri ve siyasi gelişmeler, özellikle İtalyan tehlikesi endişe verici boyutlara varınca bölgesel ittifakların yanı sıra Batı ülkeleri ile işbirliğine yönelmiştir.
Bu sebeple 1930’lu yıllardan itibaren İtalyan tehlikesi Türkiye’nin dış politikasına ana istikametini veren faktörlerden biri olmuştur. Gerçi Atatürk’ün gerçekleştirdiği radikal inkılaplar sonucu kurulan Laik devlet düzeni ile siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda meydana gelen değişiklikler hiç şüphesiz Türkiye’yi yapı itibariyle batıya yaklaştırmıştır.
İç politikada başlayan bu radikal değişikliklere paralel olarak Türk dış politikası 1930’lu yıllardan itibaren Batıya yönelmiştir.
İtalyan tehlikesi bu yönelişin bir işbirliğine ve ileride bir ittifaka dönüşmesinde önemli rol oynamıştır.
Bölgede ortaya çıkan İtalyan tehlikesi karşısında Batı ülkeleri ile işbirliğine girişen Türkiye Milli Mücadele yıllarından itibaren, dış politikasının temel unsuru olan Sovyetler Birliği ile ilişkilerini bozmak istememiştir.
Aksine jeopolitik yeri ve son derece stratejik mevki gereği Batı ülkeleri ile Sovyetler Birliği arasında hassas bir denge kurmaya büyük gayret sarf etmiştir.
TÜRK-İNGİLİZ-FRANSIZ İTİFAKI
Atatürk, 10 Kasım 1938 tarihinde hayata gözlerini yumarken Avrupa önemli çalkantılar içerisinde ve İkinci Dünya Savaşının eşiğinde bulunuyordu.
Çünkü hızla silahlanan Almanya, Versay Antlaşmasını yırtmış, Milletler Cemiyeti’nden çekilmiş, Avrupa’da Almanların yaşadığı yerleri Almanya’ya bağlamış, öte yandan “Büyük Roma” ideali ile genişlemek çabasında olan İtalya ile Japonya’nın da dahil olacağı bir ittifak yapılmıştı.
Böylece Avrupa’da barış cephesi olarak bilinen İngiltere ve Fransa karşısında üstünlüğünü ortaya koymuş, İngiltere’nin takip ettiği yatıştırma politikası giderek sonuçsuz kalmıştır. Almanya’nın izlediği bu politika Batıda ve Sovyetler Birliğinde büyük endişeler yaratmasına rağmen, -barış yanlısı olmakla birlikte- uzun bir süre Türkiye’yi korkutmamıştır.
Hatta, Atatürk’ün Almanya hakkında bir savaşa sebep olabileceği uyarılarına rağmen, Hitler’in “bir millet bir devlet” politikası ile Avusturya’ya ve Südetleri ele geçirmesi ve kendisini Versay’ın zincirlerinden kurtarması Türkiye tarafından anlayışla karşılanmıştır.
Ancak Almanya’nın 15 Mart 1939’da Çekoslovakya’yı işgal etmesi ve böylece “hayat sahası” politikasına başlaması Türkiye’de ciddi endişeler doğurmuştur.
Diğer taraftan Doğu Akdeniz ve Balkanlarda öteden beri genişleme emelleri güden İtalya’nın 7 Nisan 1939’da Arnavutluk’u işgal ederek Balkanlarda bir köprübaşı elde etmesi Türkiye’nin güvenlik endişelerini doruk noktasına çıkarmıştır.
Nitekim bu olay üzerine Türk devlet adamları da artık tarafsızlık imkânı kalmadığına inanarak Türk dış politikasını Batı ittifakına yöneltmeye karar vermişlerdir.
Sonuçta İtalya, Arnavutluk’a çıkar çıkmaz İngiltere’nin teklifi ile Türk-İngiliz- Fransız ittifakına kadar varacak olan görüşmeler Türkiye ile İngiltere arasında başlamıştır.
İtalya’nın Arnavutluk’u işgalinden doğan buhran içinde İngiltere yatıştırma politikasını terk ederek Fransa ile birlikte Yunanistan ve Romanya’ya garanti verdiler.
İngiltere 13 Nisan’da aynı garantinin Türkiye’ye de verilebileceğini bildirdi. Türkiye 15 Nisan’da verdiği cevabında teklifi uygun karşılamakla beraber, bu garantinin iki taraflı olmasını, Mihver devletlerince Akdeniz ve Balkanlarda saldırıya geçilmedikçe Türkiye’nin tarafsızlığının korunması, bir saldırı halinde Boğazların savunulması için İngiltere’nin yardım etmesini ve Sovyetler Birliği’nin işbirliğinin sağlanmasını istemiştir.
Bu çerçevede yapılan müzakereler sonunda 12 Mayıs 1939’da Türkiye’yi “Barış Cephesi”ne bağlayan Türk-İngiliz ortak deklarasyonu yayınlanmıştır.
Türk-İngiliz görüşmelerine Fransa da katılmış, ancak Türkiye Hatay Sorunu halledilmediği için deklarasyonun üçlü olmasını kabul etmemişti.
Daha sonra 23 Haziran 1939’da iki devlet arasında yapılan bir anlaşma ile Fransa’nın Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etmesi üzerine, aynı gün Türk-İngiliz deklarasyonunun benzeri olan Türk-Fransız ortak deklarasyonu da ilan edilmiştir. Sovyetler Birliği deklarasyonu görünürde iyi karşılamıştır.
Daha Türk-İngiliz görüşmeleri sırasında Ankara’ya gelen Dışişleri komiser yardımcısı Potemkine, Sovyetler Birliği’nin bu görüşmeleri olumlu karşıladığını bildirmiştir.
Almanya ise, Türkiye’yi Alman dış politikasına mümkün olduğu kadar yakın tutmak, ya da çıkacak savaşta Türkiye’nin tarafsızlığını sağlamak amacıyla İngiltere ile başlayan müzakerelerin bir ittifaka varmasına engel olmaya çalışmış, bu amaçla en iyi diplomatlarından olan Von Pagen’i Ankara’ya Büyükelçi olarak atamıştır. Fakat Türk-İngiliz ortak deklarasyonuna engel olamamıştır.
Türkiye, İtalya tehlikesi karşısında Batı dünyası ile görüşmelere girişirken Milli Mücadele yıllarından itibaren dış politikasının temel unsurlarından biri olan Sovyetler Birliği’ni bertaraf etmek istememiştir.
Aksine dış politikasında hem İngiltere’ye hem de Sovyetler Birliği’ne dengeli bir ağırlık vermeye özel bir dikkat göstermiştir. Türkiye Mihver devletlerine karşı başlatılan barış çabalarına Sovyetlerin de katılacağına ve bu görüşmelerin karşılıklı imzalanacak bir pakt ile tamamlanacağına inanıyordu.
Türkiye’nin bu inancını, gerek Türk-İngiliz görüşmelerini Sovyetlerin tasvip etmesi, gerekse mihver devletlerine karşı barış çemberi meydana getirmek amacıyla Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa arasında Moskova’da başlayan müzakereler güçlendirmişti.
Böylece Türkiye Batı dünyasına yaklaşırken Sovyetlerin de bu politikayı olumlu karşıladığını görmüş ve dış politikasını bu istikamette geliştirmiştir. Fakat dünya kamuoyu Moskova’da cereyan eden İngiliz-Fransız-Sovyet görüşmelerinin sonunda bir barış cephesinin kurulduğu haberini sabırsızlık içinde beklerken, 23 Ağustos 1939’da Sovyetlerin Almanya ile bir saldırmazlık paktı imzaladıkları haberi bütün dünyada bir bomba tesiri yapmıştır.
Bu olay milli çıkarların ideolojilerin üstünde yer almasından başka bir şey değildir. Hiç beklenmedik bu gelişme, ümitlerini Moskova görüşmelerine bağlamış olanları hayal kırıklığına uğrattığı gibi, Türk dış politikasının da bütün hesaplarını altüst etmişti.
Çünkü bu pakt Türkiye’nin kuzeyindeki emniyeti ortadan kaldırdığı gibi, Türkiye’yi yaklaşan savaş karşısında müzakerelere giriştiği İngiltere ve Fransa ile yalnız bırakıyordu.
Bu durumda Türkiye, Sovyetler Birliği ile Batı dünyası arasında zor bir tercih karşısında kalmasına rağmen, öncelikle bu iki dostluğu bağdaştırmak için çalışarak Sovyetler ile Batı arasında bir köprü olmayı deneyecektir.
Zaten bu sırada İngiliz ve Fransızlarla yürütülen ittifak görüşmeleri sonuçlanmış, Türkiye bu durumdan Sovyetleri haberdar etmiş, fakat Sovyetlerle görüşmeden üçlü ittifakı imzalamak istemişti. Çünkü Sovyet politikasında meydana gelen bu değişikliğe rağmen Ankara Sovyetlerle bir ittifak yapılabileceği yolundaki ümidini muhafaza ediyordu.
Ancak Sovyetler Birliği’nin daveti üzerine bir ittifak yapmak üzere Moskova’ya giden Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na Sovyet idarecileri antlaşmanın yapılabilmesi için, Boğazların ortaklaşa savunulması, Montreux Sözleşmesinin değiştirilmesi gibi kabul edilmesi güç bazı şartlar ileri sürmüşlerdir.
Türkiye’nin derhal reddettiği bu istekleri 1920’den beri devam eden Türk-Sovyet ilişkilerinin kötüleşmesinde bir dönüm noktası olmuştur.
Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında bir uzlaşma sağlanamaması üzerine, 19 Ekim 1939’da daha önce kararlaştırılan esaslar dahilinde Türk-İngiliz-Fransız ittifakı imzalanmıştır. Bu ittifaka göre; bir Avrupa devletinin saldırısı ile başlayan İngiltere ve Fransa’nın katılacakları bir savaş Akdeniz’e yayılırsa Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya yardım edecekti.
Türkiye bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, İngiltere ve Fransa kendisine yardım edecekti. Bunların dışında Türkiye, İttifaka ek 2 numaralı protokolle anlaşmadan doğan taahhütlerin kendisini Sovyetler Birliği ile bir savaşa sürükleyemeyeceği konusunda bir çekince koydurmuştur.
İttifaktan hemen sonra Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında iktisadi ve mali anlaşmalar da imzalandı. Bu anlaşmalarla iki devlet Türkiye’ye savaş malzemesi ihtiyacını karşılamak üzere kredi vereceklerdi.
Böylece Batı ülkeleri ile ilk ittifak anlaşmasını yapan Türkiye, İkinci Dünya Savaşının başlarında onlarla kader birliği yapmaya başlıyordu.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA TÜRK DIŞ POLİTİKASI
Yukarıda anlatıldığı gibi savaş içinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı politikası cephe durumlarına göre değişiklikler gösterdikten sonra, savaş sonunda gerçek niteliğini kazanmıştır. Nitekim daha savaş sona ermeden 19 Mart 1945’te Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i kabul eden Molotov, Sovyet hükümetinin günün şartlarına ve II.
Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan yeni duruma uygun olmadığı için esaslı değişiklikleri geciktirdiğine inandığı 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşmasını feshettiğini bildirmiştir.
Bunun üzerine Türkiye Sovyetler Birliği’ne verdiği cevabi notada, iki ülke arasındaki dostluk ve iyi ilişkilerin devamı için yeni bir anlaşma yapılabileceğini bildirmiştir.
Ancak çok geçmeden Türkiye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünden bazı tavizler vermeden Sovyetler Birliği ile antlaşma yapılmasının imkansız olacağı ortaya çıkmıştır.
Nitekim 7 Haziran 1945’te Molotov, Büyükelçi Sarper’e iki ülke arasında yeni bir antlaşma yapılabilmesi için; Boğazların Türkiye ile birlikte savunulması, bunu sağlamak için de Sovyetlere Boğazlarda deniz ve kara üsleri verilmesi, Montreux Sözleşmesinin değiştirilmesi, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne iade edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Kabul edilmesi mümkün olmayan bu isteklerin Türk hükümeti tarafından reddedilmesi üzerine, Sovyetler Birliği, 1945 yılı Haziran ortalarından itibaren Türkiye üzerinde siyasi baskı yapmaya başlamıştır.
Bu ortamda ABD ve İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile savaş sonu işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla yaptıkları Potsdam Konferansında görüşülen en önemli meselelerden biri Türk boğazlarının durumu olmuştur.
Konferansta, Sovyetler Birliği Boğazlar meselesinin sadece Türkiye ile kendisini ilgilendiren iki taraflı bir mesele olduğunu belirterek, Boğazlarda askeri üsler istemiştir.
Sovyetler Birliği Potsdam Konferansından bir yıl sonra 8 Ağustos 1946’da Boğazlarla ilgili görüşlerini içeren bir notayı Türkiye’ye vermiştir.
Bu notada; Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı içinde meydana gelen olayların, Montreux Sözleşmesinin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamakta yetersiz kaldığını ileri sürerek, Boğazlardan geçiş rejimini düzenleme yetkisinin Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmasını ve boğazların Türkiye ile Sovyetler Birliği tarafından ortaklaşa savunulmasını istemiştir.
Sovyet notası üzerine ABD ve İngiltere ile durumu görüşen Türkiye, bu istekleri reddetmiştir.
Bundan sonra, Sovyetler Birliği 24 Eylül’de ikinci bir nota vererek aynı istekleri tekrarlamıştır. Bu ortamda Türkiye, Sovyet tehlikesine karşı bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek amacıyla, 1939 yılından itibaren ittifak içinde bulunduğu İngiltere’nin ve savaş sonunda dünyanın en güçlü devleti olarak ortaya çıkan ABD’nin desteğini aramıştır. Fakat gerek Türkiye’nin savaşta tarafsız kalmış olması, gerekse Türkiye’de büyük bir endişe uyandıran Sovyet davranışlarının batıda aynı tepkiyle karşılanmaması sebebiyle başlangıçta istediği desteği elde edememiştir. Ancak öncelikle ABD’nin diplomatik desteğini elde eden Türkiye, ABD’nin askeri ve ekonomik desteğini aradığı sıralarda Yunanistan’da iç savaş başlamış ve buna bağlı olarak aynı zamanda komünizm tehlikesi ortaya çıktı.
Bu sıralarda, İkinci Dünya Savaşından itibaren Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardım yapan İngiltere, 21 Şubat 1947’de ABD’ye bir muhtıra vererek, artık bu ülkelere yardıma devam edemeyeceğini, fakat batı dünyasının savunması bakımından bu iki devletin bağımsızlığının önemli olduğunu, bu sebeple ABD’nin askeri ve ekonomik yardımının şart olduğunu bildirdi.
İngiliz muhtırasını alan ABD yönetimi Doğu Avrupa ülkelerinde kurulan komünist rejimleri ve Türkiye ile Yunanistan’ın durumunu göz önüne alarak Sovyet yayılmacılığını durdurmak üzere harekete geçmeye karar verdi.
Bu çerçevede ABD Başkanı Truman Kongrede 12 Mart 1947’de daha sonra Truman Doktrini adını alacak olan mesajını okudu ve Kongreden hükümete Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardım yapılması yetkisi verilmesini istedi. Buna dayanarak hazırlanan “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe girdi.
Bu gelişmenin akabinde 12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan ikili antlaşmasının imzalanmasından sonra ABD Türkiye’ye askeri yardım yapmaya başladı. Askeri yardım amaçlı Truman Doktrini’nden sonra Türkiye ile ABD arasında 4 Temmuz 1948’de ekonomik işbirliği antlaşması imzalandı.
Anlaşmadan sonra Marshall Planı çerçevesinde 1949-1951 yılları arasında Türkiye’ye ABD ekonomik yardım yaptı. 1951 yılından sonra bu yardım “Ortak Savunma Programı” na dahil edilecektir.
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol